3 Nisan 2012 Salı

Uyumsuz Ütopya 'dan TELEVİZYON, KATLİAM VE REKLAM ÜZERİNE YERSİZ YORUMLAR


TELEVİZYON, KATLİAM VE REKLAM ÜZERİNE YERSİZ YORUMLAR

Gerçeğin olmadığı yerde düzene saldıracaksınız.
Jean Baudrillard
Bir 21.yy Tapınağı: TV
Hemen hemen olan biten her şeyin televizyon ve haber ekseninde gerçekleşip yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bugün, savaşların, katliamların bilinçli bir anlam sabuklamasına maruz kalmasında Televizyon adı verilen ‘soğuk iletişim aracının’ payı hiçte küçümsenecek türden değildir. Birbirimizi yanlış anlamayalım elbette ki katliamlar sürecinde değil, unutturulup yok edilmesi anlamında bir paya sahiptir, tabi ki genel alamda bütün iletişim araçları ve mikro –fakat en etkili- anlamda ise televizyon bu sürecin hızlandırıcı faktörü olmuşlardır. Çünkü televizyon, olup bitecekleri bize önceden haber veren ve bizlere ‘olay’ görüntüleri sunarak gerçek olayla bağlantıyı koparan bir şeydir.
Bu manada bir televizyon ya da herhangi bir medya aracı ile (dvd, cd, bilgisayar…) izlenen bir belgesel, film, katliamı konu alan video ya da görüntüler asla gerçek değildir! Bu gerçeğin ki bu yaşanmış olandır, bilinçli bir şekilde simülize edilmesinden daha fazlası da değildir. Bugün hemen hemen herkes televizyon (vd.) etrafında olan bitenden haberdar olma hevesi içinde içten içe sanallaştığından habersizdir. İzlediği haberde –olay olmaktan çok öte bir olay/haberde- patlayan bir bombayı, ölen bir insanı veya açlıktan ölen bir Afrikalıyı odasında, adına ofis dediği modern hapishanesinde veya açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı çocuğu mutfağında bir şeyler tıkınırken bir ekrandan izlemek ve bunun karşısında tedirgin olmak olaya yakınlık ya da haberdarlık değil sahtekârlıktır, sanal tatminkârlıktır.
Televizyon, bugün her türlü tarihse olaya son verebilecek bir potansiyele ulaşmıştır. Artık insanlar iktidarlar tarafından gaz odalarından, toplama kamplarından, sürgünlerden ziyade ses ve görüntü frekanslarında yok edilmektedirler. Neo-faşizm sanal kapitalizm aracılığı ile bu şekilde gözden kaybolmaktadır. Çünkü iktidar için öldürmek değil amaç yok etmektir ve bu iki nosyon da (ölmek ve yok olmak) kol kola giden iki kavram değildir. Ve bu şekilde televizyon denilen iletişim aracı ile yok etme olayı da estetik bir hal almıştır. Ancak burada yok edilen olay gerek televizyon gerek film aracılığı ile biraz harcama biraz gözyaşı herkese böyle bir olayın(katliamın) bir daha tekrarlanamayacağı izlenimi verdiği sırada aynı soğuk iletişim aracı başka bir katliamın hazırlıklarını gözler önüne sermektedir. İşte bu şekilde olay öncesi bir sanal olay yaratmak gerçekleşecek olayın anlamını yitirmesine neden olmaktadır. Yani bir olay, olaya dönüşmeden bir filme bir sanal ritüele dönüşmektedir önce, olay sonrası filmlerde ise –daha çok savaş filmlerinde- uçaklardan yağdırılan bombalar, öldürülen insanlar bu bombalarla yaşam alanlarına tecavüz edilen hayvanlardan öteye dikkatin yoğunlaştığı merkez katliam sırasında çalan müziğin duygusallığı ya da katledene atfedilen ‘’büyüleyici özellikler’’ ile yaptığı işin (katletme) üstünün ört pas edilmesidir. Her şey çok sık tekrarlandığı için anlamını kaybetmekte ve yapay bir yazgıya dönmektedir. Haber bombardımanı olayın kendinden geçmesine, savaş haberlerinin ve propagandalarının yaygınlığı da savaş durumunu ve sonrasını içten içe kendinden geçirmektedir. Bir gazetede, bir haberde dikkat edilen tek şey kurbanın fiziksel özellikleri ise, trafik kazasında ölen birinin fotoğrafına bakınca yapılan tek yorum: burnu biraz daha küçük olsa… Şeklinde devam ettiği bir yerde gerçekten söz etmek ahmaklıktır.
Katledilme Hakkı?
Olaya ilişkin katledilmiş olanın bu kadar sanallaşmasının ötesinde bir de katledilenin katledilme hakkı talebini nereye koymalıyız?
Geçmişte bütün savaş ve kitle katliamının mağdurları bütün enerjilerini katledildikler olgusunu kabul ettirmek için harcıyorlar. Sırf kimliklerini doğruluyor diye katliamı kanıtlamak istenci içindeler. Katledenden katlettiğini itiraf etmesini istemek acizliğin değilse neyin göstergesidir? Bütün bu olan bitende politik bir manivela var. Belli bir kimlik sahibi olmak isteği gereksiz ve bir hayalden başka bir şey değil ve aslında ve olduğu gibi olduğunun yani ölmüş olduğunun kabul edilmesini istemek çok saçma çünkü hayat hakkı için bile değil ölmüş olma hakkı için mücadele ediliyor. (Not: Sorgulanan sorunsal katliamın reddedilmesi değil sadece öldürüldüğünü öldüren mekanizmanın ağzından duymaya yönelik isteğin eleştirisidir.)
Bir Kapitalizm Terörü: Reklam
Günümüzde reklam kendinden çok sık söz ettirir oldu ama tanıtımını yaptığı üründen ziyade reklam kendini pazarlar konuma geldi. Artık her yerde reklam reklamları görmemiz olası. Artık reklamlar içten içe bir malı, ürünü pazarlamaktan ziyade kendini pazarlamaktadır. Beklide bu şekilde nesnelerin reklam olmaksızın -hatta reklamın bile- bir hiç olduğunu içten içe kanıtlama çabasında gibidir. Reklamın olduğu yerde etik olandan söz etmek imkânsızdır. Hayal kurmanın tersine çevrildiği yer gene reklamın etkisini taşımaktadır. Bu –hayal kuramamak- kapitalizmin bizden çaldığı en önemli unsurdur. Hepimiz kötürüm haline getirilmiş zombiler gibi etrafımızdaki ışıklı camları ve marka arketiplerini dikizlemekten birbirimizin yüzüne, gökyüzüne bakmayı unuttuk! Sistem hayal kurmanın ötesinde değil berisinde düşündürür bizi. Modern toplumun bireyi gördüğü arabanın, evin, cep telefonunun, fotoğraf makinesinin… hayalini kurmaktan bırakın yaşamak için hayal kurmayı yaşamaya vakti kalmıyor dersek çok da abartmış olmayız; çünkü bu yapay hayali gerçekleştirmek için sürekli çalışmak zorunda. Modern toplumun bireyi hastadır. İyileşebileceği tek hastanesi de alış veriş merkezleridir. Bu hastalıktan kaçış da yok! En azından üretim devam ettikçe metastaz olarak bu hastalık üretim hastalığı ile birlikte kendini yayacaktır. Üretim çünkü tüketimin üretimsiz bir anlamı yoktur, savurganlığın bollukta anlamlı olduğu gibi üretim-tüketim ilişkisinde de bu böyledir. Bu yüzden sosyalistlerin yaptığı gibi üretimi yücelterek tüketimi yermek saçmadır. Çünkü bu iki mefhum birbirlerine kelimenin tek anlamı ile göbekten bağlıdır. Hatta tüketimden ziyade üretimin insanı kendine ve doğaya yabancılaştırdığı kanısındayım. Çünkü tüketimi avcılık üretimi de tarım olarak –ilkel bazda- ele alırsak toprağın ve devamında göçebeliğin terk edilişinin ne gibi sorunlar açtığının farkına varabiliriz.
İlkeller ‘potlatch’ ile lanetli payı (üretim fazlası) bir karnaval havasında yok ederlerdi. Lanetli yan tüketilebildiği kadar tüketilip kalan kısmı paylaşılırdı ve bu paylaşımdan arta kalan yakılır ve bu mülkiyetini yok etmede kabile şefine diğer kabile şefleri karşısında san katardı. İlkeler ( Kuzey Amerika’da Pasifik kıyısı veya kıtanın kuzey batısında yaşayan bazı halklar) fazlanın bu lanetinden şenlik bir şölen tadında kurtulurken kapitalizm reklam aracılığı ile metaya çevirmekte. İşte bu kapitalizmin ilkellikle ‘suçladığı’ kavimler diğeri de kapitalizmin modern hayatı!
‘’Adım Octave ve APC’den giyiniyorum. Reklamcıyım: Evet, kâinatı kirletiyorum. Ben, size pisliği satan adamım, asla sahip olamayacağınız o şeylerin hayalini kurduran… Hep mavi gökyüzü, daima güzel kadınlar, PhotoShop’ta rötuşlanmış kusursuz bir mutluluk. Kılı kırk yararak yaratılmış görüntüler, moda müzikler. Zar zor biriktirdiğiniz paralarla, son kampanyamda itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önden gidiyorum ve her zaman sizi hüsrana uğratmanın bir yolunu buluyorum. Glamour (cazibe, büyüleyicilik), attığınız her adımda sizden biraz daha uzaklaşan o masal ülkesinin adıdır. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı, hiçbir zaman yeni kalmaması. Her zaman bir öncekini eskitecek yeni bir yenilik bulunuyor. Salyalarınızı akıtmak, işte benim kutsal görevim bu. Benim mesleğinde kimse mutlu olmanızı istemez, çünkü mutlu insanlar tüketmezler’’
Frederic Beigbeder – 99 Francs


Uyumsuz Ütopya/ kıyamet VOl29