24 Kasım 2010 Çarşamba


"Tarihi de tamamıyla çarpıtmak gerekir.Bu hastalıklı tutumları alt etmenin bir başka yoludur;böylece saldırı düzenleyip birilerini yok ettiğimizde ,olayların başka türlü görünmesini sağlayabilir;kendimizi bazı gerçek saldırganlara ve canavarlara karşı savunduğumuzu söyleyebiliriz.Vietnam savaşından beri tarihin bu kısmının yeniden inşası için muazzam bir çaba sarf edildi.Bir sürü asker dahil,barış hareketine katılan pek çok genç ve daha bir çok insan gerçekte ne olup bittiğini anlamaya başlamıştı.Bu çok kötüydü.Bu kötü düşüncelerin yeniden düzenlenmesi ve bir tür düşüncenin yeniden oluşturulması gerekiyordu,yani “biz ne yapıyorsak doğru ve asildir” cümlesine boyun eğmeyi öğrenmek şart olmuştu.Eğer Güney Vietnam’ı bombalıyorsak bu,güney Vietnam’ı birilerinden,orada başka kimse olmadığına göre Güney Vietnamlılardan koruduğumuz içindir.Kennedy yanlısı aydınların Güney Vietnam’da “iç saldırılar” a karşı savunma dedikleri şey budur.Bu Adlai Stevenson ve diğerleri tarafından kullanılmış bir ifadeydi.Onu,iyi özümsenmiş ve resmi bir tablo haline getirmek gerekirdi.çok da işe yaradı.Eğer medya ve eğitim sistemi üstünde tam bir hakimiyete sahipseniz,bilim adamları da konformist ise bunu başarabilirisiniz.Massachusestts Üniversitesi’nde yapılan _televizyon izlemeyle ilgili düşünce ve davranışları araştıran _bir çalışmayla bu ortaya konuldu.Çalışmada sorulan sorulardan biri şöyleydi.Vietnam savaşı sırasında sizce tahminen kaç Vietnamlı ölmüştür?Bugün Amerikalılar tarafından verilen ortalama rakam yüz bin.Resmi rakamlar ise iki milyon diyor.Gerçek sayı büyük olasılıkla üç dört milyon arası.Çalışmayı yürütenler yerinde bir soru çıkartıyorlar ortaya:Bugün Almanya’da insanlara ;” Yahudi soykırımında sizce tahminen kaç insan öldü ? “sorusunu yönelttiğinizde alacağınız cevap ortalama üç yüz bin olsaydı,Alman siyasi ahlakı hakkında nasıl düşünürdünüz? kültürü hakkında nasıl bir fikir verirdi?Onlar soruyu yanıtsız bırakıyorlar ama siz devam ettirebilirsiniz.Bu bizim kültürümüz hakkında nasıl bir fikir veriyor ? Epeyce bir fikir veriyor.Askeri gücün kullanımına ve diğer demokratik sapmalara karşı olan hastalıklı tutumların üstesinden gelinmeli.Bu özel durumda işe yaradı.Her konu başlığı için de geçerli.İstediğiniz konu başlığını seçebilrisiniz:Ortadoğu,uluslararası terör ,Orta Amerika her ne olursa olsun,halkla gösterilen dünya tablosunun gerçekle ilgisi yok.Olayın gerçeği,yalanlar üstüne kurulu,görkemli binaların altında gömülü.Demokrasi tehdidinin yıldırılması açısından tüm bunların özgür koşullar altında yapılması çok büyük bir başarıdır.Bu başarılar ,totaliter rejimlerde olduğu gibi güç kullanılarak değil,özgür koşullarda elde ediliyor.Eğer kendi toplumumuzu anlamak istiyorsak,bu olaylar hakkında düşünmeliyiz.Bunlar önemli gerçekler,özellikle de nasıl bir toplumda yaşadığını önemseyenler için."
Noam Chomsky
medya denetimi

22 Kasım 2010 Pazartesi

"oynayan çocuk izlenmez,izlenen çocuk yalan oynar."


Televizyon uzaktan kumandanın tiranlığı altında ezilir.Her şovda ya da reklamda her yeni sahne,izleyenin kanal değiştirmesini önleyecek şekilde tasarlanır.tek başına bu kısıtlama bile,tıpkı çocuk şovlarında olduğu gibi,çocuksu medya içeriğine güçlü bir itilim verir:izleyicinin kısa dikkat aralığına uymak için,her an hesaplanmalıdır.Olası en fazla izleyiciyi yayında tutma zorunluluğu,bir çok şov yapımcısını o kısa zamana sıkıştırabildiği kadar yüksek ses efektleri kullanmaya yöneltir.Ne de olsa,izleyicinin kanaldan ayrıldığı kısa dönemler bile bir istasyona ya da şebekeye epeyce paraya mal olabilir.Medya olası en geniş kitle beğenisine hizmet etme baskısını sürekli hisseder ve her zaman,şovlarında temaşa ve ıvır zıvır dozunu arttırarak izleyici tabanını genişletmeye,ya da en azından güçlü rekabete karşı elinde olanı korumaya çalışır.Bu eğilimler bir araya gelip,televizyon eğlencesinin kültürel ve siyasal niteliğinin “sözsüzleşmesine” neden olur.Kamu yayıncılığı bu tür yoğun baskılar altında çalışmaz;kısmen kamuya karşı sorumlu olduğu için,kısmen gazetecilik tutkusu nedeniyle.Bununla birlikte aynı eğilimler orada da etkili olur;çünkü olası en fazla izleyiciyi çekerek ticari istasyonlara ayak uydurma ihtiyacı hissederler.Sonuçta kamu yayıncılığı kurumları bile izlenme oranı oyununun sonuçlarına teslim olurlar.Vasatlık her yerde kategorik zorunluluk haline gelir.
Medya Demokrasisi
Thomas Meyer

19 Kasım 2010 Cuma

öldüren eğlence


EĞLENDİRİCİ BİR FAALİYET OLARAK ÖĞRETİM

1969 ‘da yayına başladığı zaman ,çocukların, anne ve babaların,ve eğitimcilerin severek benimseyecekleri “susam sokağı” ndan daha sağlam bir girişim olamazdı.Çocuklar programı sevdiler,çünkü izledikleri reklamlardan onun televizyondaki en ustaca hazırlanmış eğlence programı olduğunu seziyorlardı.Henüz okula gitmeyen,hatta okula yeni başlamış çocuklar açısından bir televizyon dizisinden bir şeyler öğrenmiş olmak fikri tuhaf görünmüyordu.üstelik onları eğlendirmesi çok olağan sayılıyordu.
Anne ve babaların “susam sokağı” nı sevmelerinin çeşitli nedenleri vardı.Bunlardan birisi ,çocuklarının televizyon izlemelerini kısıtlayamamalarından ya da kısıtlamamalarından dolayı kapıldıkları suçluluk duygusunu hafifletmesiydi.”Susam sokağı” ,dört ya da beş yaşında bir çocuğun kendisi için doğal olmayan bir şekilde saatlerce televizyon ekranının önüne çakılıp kalmasını haklı gösterir gibiydi.Anne babalar televizyonun çocuklarına kahvaltıda hangi yiyeceğin en fazla çatırdadığının dışında bir şeyler öğretebileceği umuduna sarılmışlardı.Aynı zamanda susam sokağı ,onları okul öncesi yaşlardaki çocuklarına okumayı öğretme yükümlülüğünden kurtarıyordu.(çocukları baş belası olarak görmeye yatkın bir kültürde hiç de önemsiz bir konu değildir bu.)Ayrıca susam sokağının,bazı eksikliklerine rağmen ,Amerika’da egemen olan ruhla tamamen uyum içinde olduğunu açıkça görebiliyorlardı.Programda şirin kuklalara ,ünlü kişilere,tatlı ezgilere ve hızlı geçişlere yer verilmesinden çocukların zevk alacağı kesindi ve program buna bağlı olarak çocukların eğlenceyi seven bir kültüre hazırlanmalarına yeterince hizmet edecekti.
Eğiticilere gelince,susam sokağı’nı genel olarak onlar da onaylıyorlardı.Eğitimciler yaygın olan inancın tersine,özellikle eğitimin yeni teknikler sayesinde daha etkili olabileceği kendilerine anlatılırsa yeni yöntemleri uygulamaya yatkındırlar.(Bu nedenle”öğretmensiz “ ders kitapları ,standart haldeki testler ve şimdi mikrobilgisayarlar gibi fikirler öğrenci sınıflarında büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır.)Susam sokağı bir yandan giderek ağırlaşan bir sorun olan ,Amerikalılara okumayı öğretme probleminin çözülmesinde ,öbür yandan çocuklara okulu sevdirmekte yardımcı olacak gibi görünüyordu.
“Susam sokağı”nın çocuklara okulu sevdirmesinin tek yolunun ,okullarının “susam sokağına “ benzemesi olduğunu şimdi biliyoruz.Demek ki şimdi ,”susam sokağı”nın geleneksel öğretim fikrinin temsil ettiği düşünceyi yerle bir ettiğini de biliyoruz.Bir öğrenci dersliği toplumsal bir etkileşim yeri olduğu halde ,bir televizyon aygıtının önündeki mekan özel bir alandır.Derslikte öğretmene sorular sorulabildiği halde ,televizyon ekranına hiçbir şey sorulamaz.Okul dilin gelişmesini merkez aldığı halde ,televizyon dikkatleri görüntüye çekmektedir.Okula gitmek yasal bir zorunluluk olduğu halde,televizyon izlemek tercihe bağlıdır.Okulda öğretmeni takip etmemek cezalandırılma riskini göze almayı gerektirdiği halde,televizyon ekranını takip etmemenin hiçbir cezası yoktur.Okuldaki davranışlar genel davranış kurallarına uymayı gerektirdiği halde ,televizyon izlemenin buna benzer yükümlülükleri yoktur.Derslikte eğlence asla amacın aracı olmaktan ileri gidemediği halde ,televizyonda eğlence kendi başına bir amaçtır.
Gene de “susam sokağı” ile onun yavrusu olan “The Electric Company” geleneksel derslikle gıyabında dalga geçtikleri için suçlamazlar.Derslikte artık öğrenim açısından sıkıcı bir ortam oluşmaya başlamışsa ,bundan “children’s television workshop”değil,televizyonu icat edenler sorumlu tutulmalıdır.Televizyon programını iyileştirmeyi amaçlayanlardan dersliğin yararına olan şeylerle ilgilenmelerini bekleyemeyiz.Onlar,televizyonun yararına olan şeylerle ilgilenmektedirler.Bu demek değildir ki “susam sokağı”nın eğitici bir işlevi yoktur.Esasında her televizyonun eğitici olması anlamında,ondan başka bir işlevi yoktur.Nasıl kitap (hangi türü olursa olsun) okumayı öğrenmeye katkıda bulunan bir adım sayılırsa,bir televizyon programı izlemekte aynı işlevi görür.”The little house on the prairie” ,”cheers” ve” the tonight show” adlı programlar,televizyon stili öğrenim denilebilecek eğitimi güçlendirmekte en az “susam sokağı” kadar etkilidirler.Ve televizyon stili öğrenim,kendi doğası gereği,kitaptan öğrenme ya da onun evlatlığı sayılan okul eğitimi denen eğitime düşmandır.”Susam sokağı”” nı herhangi bir nedenden suçlayacaksak,bu,kendini dersliğin bir müttefikiymiş gibi gösterme çabasına girdiği suçlaması olmalıdır.Bir televizyon programı,üstelik iyi bir program olarak “susam sokağı” ,ne çocukları okulu sevmeye özendirir ne de okulla ilgili bir başka şeye.”Susam sokağı” gibi bir televizyon programı çocukları,anca televizyonu sevmeye özendirir.
Kaldı ki,”susam sokağı” nın çocuklara harfleri ve sayıları öğretip öğretmediğinin konumuzla hiçbir ilgisinin bulunmadığı da eklenmelidir burada.John Dewey’in “bir dersin içeriği öğreniminin en önemsiz yanıdır.” Şeklindeki gözlemi bizim yolumuza ışık tutabilir.John Dewey Experience and Education’da şunları yazmaktadır;”pedagojik safsataların en büyüğü ,herhalde bir insanın ancak ders dinlerken öğrendiği düşüncesidir.Kalıcı davranışların şekillenmesi biçimindeki tamamlatıcı öğrenim…büyük ihtimalle ve genellikle,imla dersinde de,coğrafya ve tarih dersinde de daha önemlidir.Çünkü gelecek açısından asıl önem taşıyan,bu kalıcı davranışlardır.”Başka bir deyişle,öğrenilen en önemli şey,her zaman için nasıl öğrenildiğini gösteren bir derstir.Dewey’in başka bir yerde yazdığı gibi,böylece ne yapacağımızı öğreniriz.Televizyon,çocuklara televizyon izlemenin onlardan talep ettikleri şeyleri yapmalarını öğreterek eğitir.Ve kitap okumak bir sahne gösterisini izlemekten ne kadar farklıysa,televizyon izlemenin gereklilikleri de bir sınıfta ders izlemenin gereklerinden o kadar farklıdır.
Eğitim sisteminin nasıl düzeltileceği yeni önerilere bakılarak kararlaştırılmazsa da bu nokta (kitap okumak ile televizyon izlemenin,öğrettikleri şeyler bakımından birbirlerinden apayrı yollara başvurması)bugünkü Amerika’da eğitimin temel sorunudur.Aslında Amerika ,batı eğitimindeki üçüncü büyük kriz diye düşünülebilecek aşamanın başlıca örneğidir.İlk büyük eğitim kriziyle M.Ö beşinci yüzyılda,Atinalılar sözel bir kültürden alfabeyle yazmaya dayalı bir kültüre geçtikleri zaman karşılaşılmıştı.Bunun anlamını yakalamak için platonu okumamız gerekmektedir.İkinci büyük kriz on altıncı yüzyılda ,matbaanın gelişmesi sonucunda Avrupa köklü bir tarnsformasyon geçirdiği sırada çıkmıştı.Bunun anlamını yakalamak için John Locke’u okumamız gerekmektedir.Üçüncü kriz ise şimdi Amerika’da,elektronik devriminin,bilhassa televizyonun icadının sonucunda yaşanmaktadır.Bunun anlamını yakalamak için Marshall McLuhan’ı okumamız gerekmektedir.
Biz şimdi ağır hareket eden basılı sözler etrafında örgütlenmiş bir eğitimin varsayımlarının hızla çözülerek zayıflaması ve bununla aynı derecede olmak üzere ışık hızıyla yayılan elektronik görüntülere dayalı yeni bir eğitimin hızla kendini göstermesiyle karşı karşıyayız..Her ne kadar aralarındaki bağ hızla çözülüyorsa da derslik şu anda hala basılı sözlerle bağlıdır.Bu süreçte,kendisinden önceki büyük teknolojik araca hiç bir ödün vermeden ve gerek yeni bilgi anlayışlarını ve gerekse yeni anlayışların şekillenme biçimlerini yaratarak televizyon öne fırlamaktadır.Şu anda Amerika birleşik devletlerinde izlenmekte olan köklü eğitim atılımının sınıflarda değil evde,televizyon aygıtının önünde gerçekleştiğini ve okul yöneticileri ve öğretmenlerin yetki alanında değil,televizyon kanalı yöneticilerinin ve komedyenlerin yetki alanında meydana geldiğini söylemek tamamen yerinde olur.Bu durumun bir komplonun ürünü olduğunu hatta televizyonun denetimi elinde bulunduranların bu sorumluluğu yüklemeyi istediklerini kastediyor değilim.Benim tek söylemek istediğim,alfabe ya da matbaa gibi televizyonunda gençlerimizin zamanı,dikkati ve bilme alışkanlıklarını denetleme gücü sayesinde geçlerin eğitimini denetleme gücünü yakalamış olduğudur.
Dolayısıyla televizyonu bir öğretim programı (curriculum) diye adlandırmanın yerinde olacağı kanısındayım.Sözcükten anladığım kadarıyla ,bir öğretim programı özel olarak kurulmuş bir enformasyon sistemidir ve gençlerin zihinleriyle karakterlerini etkilemeyi,eğitmeyi,yetiştirmeyi ya da bir şeyler aşılamayı amaçlar.Elbette televizyon bunu eksiksizce ve insafsızca yapar.Ve böylece okuldaki eğitim programıyla başarıyla boy ölçüşür.Demek istediğim o lanet olası kutunun okul öğrenimini neredeyse tamamen gölgede bıraktığıdır.
“Teaching as a Conserving Activity “adlı daha önceki kitabımın tamamen iki öğretim programının (televizyon ve okul)uzlaşmaz niteliğinin ayrıntılı irdelenmesine ayırdığımdan,okuru da kendimi de bu analizi tekrar ederek sıkmayacağım.Ancak o kitapta yeterince vurgulayamadığımı sandığım ve bu kitapta temel önem taşıyan iki nokta,televizyonun eğitim felsefesine başlıca katkısının,öğrenim ile eğlencenin birbirinden ayrılamayacağı fikri olduğudur.Bu bütünüyle özgün anlayışa ,Konfüçyus’tan Platon’a ,Cicero’dan locke’a veye John Dewey’e kadar eğitim söylemlerinin hiçbirinde rastlanmaz.Eğitim litarütürünü karıştırırsanız,çocuklara bir şey öğretmenin en iyi yolunun öğrendikleri şeylerle ilgilenmelerini sağlamak olduğu doğrultusunda iddialarla karşılaşırsınız.Aklın en iyi ürünlerini sıkı bir duygusal toprakta kök saldığı zaman verdiğinin söylendiğini (Platon ve Dewey bu noktayı vurgulamışlardır.)görürsünüz.Hatta bazı insanların ,öğrenimin en çok sevecen ve iyi huylu bir öğretmenle kolaylaştığını söylediklerine rastlarsınız.Ancak öğrenimin yalnızca eğitim eğlenceye çevrildiği zaman etkili,kalıcı ve hakikaten başarılı olduğunu hiç kimse şimdiye kadar söylememiş hatta ima bile etmemiştir.Eğitim felsefecileri ,zorunlu olarak kısıtlamalar konmasını gerektirdiğinden kültürel etkilenmenin aslında zor olduğunu varsaymışlar;öğrenimin devamlı olması gerektiğini ,azimli olma ve belli ölçülerde ter dökmenin vazgeçilmez önem taşıdığını,bireysel zevklerin grup birliğinin çıkarlarıyla iç içe geçirilmesine gerek duyulduğunu,eleştirel öğrenim ile kavramsal ve kuralcı düşüncenin gençleri zorladığını,ama öbür yandan yoğun çabaların ürünü olan zaferler de getirdiğini ileri sürmüşlerdir.Cicero’da eğitimin amacının,öğrenciyi gençler gibi her şeyin tam tersini yapmaya olağanüstü çaba harcayanların,yani şimdiki zamana ayak uyduramayanların nefret ettikleri şimdiki zamanın tiranlığından kurtarmak olduğunu söylemişti.
Televizyon bütün bunlara tatlı ve önceden söylemiş olduğum gibi_özgün bir alternatif sunar.Televizyonun sunduğu eğitim felsefesinin 3 emrin oluşturduğunu söyleyebiliriz.Etkisi “susam sokağı”ndan “nova” ve “The National Geographic” belgesellerine ya da ”Fantasy Island”a kadar her türlü televizyon programında gözlemlenebilen bu emirler şöyle sıralanabilir:
Hiçbir önkoşul öne sürmeyeceksin:Her televizyon programı kendi başına eksiksiz bir paket olmalıdır.Hiç bir ön bilgiye gerek duyulmamalıdır.Öğrenim hiyerarşik karakter taşıdığı,bir temel üzerinde kurulmuş bir yapıdan meydana geldiği ima bile edilmemelidir.Öğrenen kişinin herhangi bir konuya önyargısız girmesine olanak tanınmalıdır.Bu yüzdendir ki hiçbir televizyon programının ,izleyici önceki programları seyretmemişse bu programı izlemesinin anlamsız olacağı şeklinde bir uyarıyla başladığını duyamaz ya da göremezsiniz.Televizyon derecelendirilmemiş bir eğitim programıdır ve herhangi bir zamanda herhangi bir nedenle hiç kimseyi dışlamaz.(bu son ibareye katılmıyorum).Başka bir deyişle eğitimde devamlılık ve kalıcılık fikrini yok eden televizyon,devamlılık ile kalıcılığın düşünceyle ilintili olduğu fikrini de temelinden yıkar.
En ufak bir kafa karışıklığına yol açmayacaksın:Televizyon öğretiminde kafa karışıklığı,seyir oranının düşmesinin temel nedenlerindendir.Kafası karışık bir öğrenci başka kanalı açacak olan bir öğrencidir.Bu demektir ki hatırlanması,incelenmesi, uygulanması ve en kötüsü kalıcı olması gereken hiç bir şey bulunmamalıdır.Örneğin kişinin rahat etmesi-gelişmesi değil-daha önde geldiğinden her enformasyon,öykü ya da fikrin hemen algılanabileceği düşünülebilmektedir.
Mısır’ın başına musallat olan on bela gibi yorumlardan uzak duracaksın:kalıcılık ve kafa karışıklığı dahil olmak üzere televizyonla öğretimin düşmanları içerisinde en korkutucusu yorumdur.Argümanlar,hipotezler,değerlendirmeler,nedenler,çürütmeler ya da akıl yürütmeye dayalı söylemin diğer geleneksel araçları televizyonu radyoya,daha kötüsü 3. sınıf bir basılı materyale çevirir.Demek ki televizyonla öğretim daima hareketli görüntüler ve müzik eşliğindeki öykü anlatma biçimine bürünür.Bu”uzay yolu”nun olduğu kadar “cosmos”un,”different strokes”ın,”susam sokağı”nın ve “nova” gibi televizyon filmlerinin de karakteristik özelliğidir.Televizyonda hem görselleştirilemeyen hem de teatral bir çerçeveye oturtulamayan hiçbir şey öğretilmez.
Önkoşulsuz, kafa karıştırmayan ve yorumsuz bir eğitime verebileceğimiz en doğru isim eğlencedir.Ve bir Amerikan gencinin zamanını,uyumanın dışında,televizyon izlemekten başka hiçbir etkinliğin doldurmadığı düşünüldüğünde,şimdi öğrenme yönünde toplu bir eğilim bulunduğu sonucunu çıkarmaktan kaçamayız.Vurgulamak istediğim ikinci noktanın kaynağı da burasıdır:bu yeni yönelişin sonuçları,hem öğrenci dersliğinin etki gücünün gerilemesinde hem de,paradoksal olarak,dersliğin yeni bir şekle sokulup öğretim ile öğrenimin müthiş eğlenceli faaliyetler olmasının tasarlandığı bir yere çevrilmesinde gözlemlenecektir.
Dersliğe bir rock konseri yeri biçimini veren philadelphia ‘daki deneyden daha önce söz etmiştim.Ancak bu,eğitimi bir eğlence tarzı olarak tanımlama girişimlerinin en aptalca örneğinden başka bir şey değildir.Öğretmenler,ilkokullardan üniversiteye kadar,derslerinde görsel uyarıcı payını arttırmakta ,öğrencilerinin altından kalkması gereken yorum miktarını azaltmakta,okuma yazma ödevlerini daha az temel almakta,istemeden de olsa öğrencinin ilgisini çekebilecek başlıca aracın eğlence olduğu sonucuna varmaktadırlar.bu bölüm geriye kalan sayfalarını hiçbir günlük çekmeden öğretmenlerin dersliklerini ikinci-derece televizyon programlarına çevirme (bazı örneklerde bilinçsizce)çabalarının örnekleriyle doldurabilirim.Ancak ben buradaki savımı,yeni eğitimin bir sentezi-ilahlaştırılmış biçimi değil-sayılabilecek olan “The Voyage of the Mimi” adlı programa dayandıracağım.”The Voyage of the Mimi”eğitim alanındaki en prestijli kurumları (eğitim bakanlığı,Bank Street Collage of Education,kamu yayıncılığı sistemi,Holt,Rinehart and Winston yayınevi)bir araya toplayan pahalı bir bilim ve matematik projesinin ismidir.projenin gerçekleşmesi de parasını daim aslolan tasarılara yatırmayı ilke edinmiş eğitim bakanlığından alınan 3.65milyon dolarlık bağış sayesinde mümkün olmuştur.Ve gelecek,”The Voyage of the Mimi”dir.Bu projeyi özet biçimde tanımlamak için 7 ağustos tarihli The New York Times’ta çıkan şu dört paragrafı aktarayım:
Seyyar bir balina araştırma laboratuvarının maceralarını anlatan 26 bölümlük bir tv dizisine temellenen/bu proje/,televizyon izlemeyi,bol illüstürasyonlu kitaplarla ve bilim adamlarıyla denizcilerin çalışma biçimlerini taklit eden bilgisayar oyunlarıyla birleştirmektedir…
“The voyage of the mimi”,Maine kıyısı açıklarındaki iri balinaların davranışlarını gözlemlemek amacıyla düzenlenen bir yolculukta,huysuz bir gemi kaptanı ile iki bilim adamına eşlik eden dört genç insanın serüvenlerini anlatan on beşer dakikalık televizyon programlarından oluşur.Orkinos avlayan bir tekneden bozma geminin tayfaları gemiyi yüzdürür,balinaları arayıp bulur ve bir fırtına sonucu geminin tekne kısmının hasar görmesiyle çıktıkları ıssız bir adada hayatta kalmaya çalışırlar…
Her dramatik episodu o konuyla ilgili on beş dakikalık bir belgesel izler.Bu belgesellerden birinde,henüz yirmisine basmamış aktörlerden birisi,Greenport L.I.’da nükleer fizikçi olan ve deniz suyunu dondurarak arıtmanın bir yolunu geliştiren Ted Taylor’u ziyaret izler.
Öğretmenlerin kayda almamakta özgür oldukları ve işlerine geldiği gibi yararlandıkları televizyon programları,öyküden doğal olarak çıkan dört akademik temayı (harita gemicilik hünerleri,balinalar ve onların yaşama ortamları,ekolojik sistemler ile bilgisayar dili) bir araya getirilen kitap ve disketle tamamlanmaktadır.
Televizyon programları PBS kanalı tarafından hazırlanmış,kitaplar ile bilgisayar programları Holt,Rinehart and Winston tarafından temin edilmiş,eğitim uzmanlığı ise The Bank Streert College bünyesindeki bir fakülte tarafından sağlanmıştır.Demek ki “The Voyage of the Mimi “ programı hafife alınmamalıdır.Eğitim bakanlığından Frank Withrow şunları söylemiştir:”Bu programı yaptıklarımızın amiral gemisi olarak görüyoruz.Diğer programlarda bu modeli izlemeye başlayacaklardır.”Projeye katılan herkes coşkuyla doludur,ağızlarından bu projenin yararlarıyla ilgili abartılı iddialar dökülüp durmaktadır.Holt ve Rinehart and Winston’dan Janice Trebbi richards’ın iddiasına bakılırsa,yapılan araştırmalar enformasyon dramatik bir ortamda sunulduğu zaman öğrenimin arttığını göstermektedir ve televizyon da bu işi diğer araçlardan daha iyi yapabilir.”Eğitim bakanlığı yetkilileri üç aracı(televizyon,basılı yayın ve bilgisayar) birleştirmenin cazibesinin,ileri derecede düşünme yetilerini geliştirme potansiyeline bağlı olduğunu iddia etmektedirler.Mr. Withrow şunları söylemektedir.”The Voyage of the Mimi”gibi projeler mali açıdan önemli tasarruflar sağlayabilir.Çünkü yaptığımız her şeyden daha ucuza mal olmaktadır.”Mr. Withrow bu tür projeleri finanse etmenin bir sürü yolu olduğunu da ileri sürüyordu:”Susam Sokağını ortaya çıkarmak beş altı yılımızı aldı ama önünde sonunda tişörtler ve çörek kavanozlarından para kazanmaya başlayabilirsiniz.”
“The Voyage of the Mimi “ nin neyi temsil ettiğin,bu fikrin özgün olup olmadığını da aklımızda tutarak zihnimizde canlandırmaya başlayabiliriz.Burada “3 aracı birleştirmek”ya da “multi medya sunumu” diye adlandırılan şeye,eskiden genellikle çok mütevazi bir amaçla öğrencilerin öğretim programına ilgilerini arttırmayı hedefleyen ve öğretmenlerin yıllardır kullandıkları şekliyle “görsel,işitsel,yardımcı araçlar” denirdi.Bundan başka yıllar önce Eğitim Dairesi(o zamanki adıyla buydu),İngilizceyi yanlış kullanmaya yatkın olan genç insanların çeşitli toplumsal problemlerini el yordamıyla çözmeye çalıştıkları televizyon dramatizasyonlarından oluşan”Watch Your Mouth”adlı dizi projesi için WNET’e belli bir fon tahsis etmişti.Öğretmenlerin her programla beraber yararlanacakları dersleri dil bilmciler ve eğitimciler hazırlıyordu.Dramatizasyonlar(John Travolta’nın karizmasının belirgin avantajından yararlanan”Welcome Back,Kotter kadar iyi olmamakla birlikte)etkiliydi.gelin görün ki”Watch Your Mouth’u izlemesi istenen öğrencilerin bu nedenle İngilizceyi kullanmakta daha da ustalaştıklarını gösteren hiçbir kanıt yoktur.Gerçekten günlük sponsorlu televizyon programlarında zaten bozuk İngilizce kıtlığı çekilmediğinden,ABD hükümetinin derslikte incelenecek bir kaynak olarak ek saçmalıklar üreten birisine onca para ödemeye kalkması merak konusuydu.Onun yerine David Suskind’in programlarının herhangi birinin video kasetini alsalar,bir İngilizce öğretmeninin bir sömestirlik analiz edilecek malzeme ihtiyacını karşılayacak kadar dil yanlışlığı bulurlardı.
Bununla birlikte eğitim bakanlığı,görünüşe bakılırsa şu inanca dayanarak bir atılım yapmıştır:Gene Ms. Richards’ın sözlerini aktarırsak”enformasyon dramatik bir ortamda sunulduğu zaman öğrenimin ve televizyonun bu işi diğer araçlardan daha iyi yaptığını gösteren bol miktarda kanıt vardır.Bu iddiaya verilebilecek en iyi niyetli yanıt bunun yanıltıcı bir sav olduğudur.George Comstock ile çalışma arkadaşları,televizyonun bilme süreci dahil olmak üzere davranışlar üzerindeki genel etkilerini konu alan 2.800 incelemeyi gözden geçirmişlerdir ve “enformasyon dramatik bir ortamda sunulduğu zaman öğretimin arttığı”doğrultusunda ikna edici bir kanıt gösterememektedirler.Aslında Cohen,Salamon;Meringoff;Jaceby;Hoyer ve Sheluga;Stauffer;Frost ve Rybolt;Stern;Wilson;Neuman;Katz,Adoni ve Parnessile Gunther’in çalışmalarından bunun tam zıddı bir sonuç çıkmaktadır.Örneğin Jocoby ile arkadaşları,sponsorlu televizyon programları ile reklamların otuzar saniyelik bölümleriyle ilgili on iki doğru/yanlış sorusunu izleyicilerden yalnızca yüzde 3.5’inin başarıyla yanıtlayabildiğini saptamışlardı.Stauffer ile arkadaşları,öğrencilerin,televizyon,radyo ve basılı yayın aracılığıyla bir haber programına yanıtlarını incelediklerinde,programda yer alan insanların isimleri ve sayılarıyla ilgili sorulara doğru yanıtların basılı yayınları izleyenlerde kayda değer ölçüde arttığını görmüşlerdi.Stern,televizyondaki bir haber programını izledikten yalnızca birkaç dakika sonra izleyicilerden yüzde 51’inin tek bir haberi dahi hatırlayamadığını bildirmekteydi.Wilson,ortalama televizyon izleyicisinin hayali bir televizyon oyununun içeriğinde bulunan enformasyonların ancak yüzde 20 sini aklında tutabildiği sonucuna varmıştı.Katz ve arkadaşları,televizyon izleyicilerinden yüzde 21’inin bir saatlik yayındaki hiçbir haberi hatırlayamadığını saptıyordu.Salomon ise buna diğer incelemelere dayanarak şu sonuca ulaşmıştır:”Televizyondan gelen anlamlar büyük olasılıkla parçalı,somut ve daha az çıkarsanabilirken,okumaktan gelen anlamlar ise daha büyük olasılıkla insanın önceden depo ettiği bilgilerine bağlıdır ve buna bağlı olarak daha fazla çıkarsanabilirdir.Başka bir deyişle,pek çok saygın inceleme açısından,televizyon izlemeyle öğrenmede kayda değer bir artış sağlanmaz ve televizyon izleme basılı yayınlara kıyasla yüksek düzeyde çıkarsamalı düşünceler üretmekte daha verimsizdir.
Ancak bağış almadaki beceriklilik fazla abartılmamalıdır.Biz hepimiz,özel bir proje söz konusu olduğu zaman umutlarımızı zayıf iddialara çevirmeye eğilimli olan insanlarız.Bunun dışında,Ms. Richards’ın bize kendi coşkusunu güçlendiren çeşitli incelemeler gösterebileceğinden en ufak bir kuşkum yoktur.Önemli olan,çocuklara gereksiz yere zaten izlediklerinden daha fazla televizyon ve tabii dramatizasyon-izletme amacıyla para isteyecek olursanız,retoriği olağanüstü boyutlara çıkarmaktan başka bir çarenizin bulunmadığıdır.
“The Voyage of the Mimi”nin en çarpıcı yanı,seçilen içeriğin açıkça,öncelikle televizyonda gösterilebilir olmasından dolayı seçilmesidir.Bu öğrenciler iri balinaların davranışlarını niçin inceler?Denizcilik ve harita okuma becerileriyle ilgili “akademik temelar”ın öğrenilmesi ne kadar önemlidir?Denizcilik hünerleri hiçbir zaman “akademik tema” sayılmamıştır ve aslında büyük şehirlerdeki çoğu öğrencinin umurunda bile değildir.Nasıl olmuşta “balinalarla onların yaşama ortamları”nın bütün bir yıllık çalışmayı kapsayacak kadar ilgiye değer bir konu olduğu kasnısına varılmıştır.?
Ben “The Voyage of the Mimi”nin “Eğitim neye yarar?”sorusunu değil,”televizyon neye yarar “ sorusunu soranlarca tasarlandığını ileri süreceğim.Televizyon,dramatizasyonlar,deniz kazaları,gemici maceraları,aksi ihiyar kaptanlar ve ünlü aktörlerin röportaj yaptığı fizikçiler için yararlıdır.Tabi “The Voyage of the Mimi”den aldığımız şeyde budur.Bu macera komedisinin bol illüstrasyonlu kitaplar ve bilgisayar oyunları eşliğinde yapılması,yalnızca televizyon sunumunun öğretim programını denetlediğini ortaya koyar.Öğrencilerin resimlerini tarayacak kitaplar ile öğrencilerin oyuncakları bilgisayar oyunları televizyon programlarının içeriği tarafından belirlenir,ve bunun tersi olmaz.Kitaplar anlaşılan işitsel-görsel yardımcı kaynaklara dönüşmüştür;eğitimin içeriğinin esas taşıyıcısı televizyon programıdır ve televizyon öğretim programında önde gelen bir yer kapma iddiası da onun eğlendirici olmasına dayanmaktadır.Kuşkusuz bir televizyon yapımı derslere ilgiyi canlandırmak için,hatta bir dersin odak noktası olarak kullanılabilir.ancak burada yaşanan şey,okulun öğretim programının içeriğinin televizyonun karakteriyle belirlenmesi,hatta daha da kötüsü,bu karakterin dıştan bakıldığında incelenen şeyin bir parçası bile olmamasıdır.Okul adasının,öğrencilerin her türlü medyanın-televizyon dahil olmak üzere-insanların davranışları ve algılarını şekillendirmesinin yollarının araştırmasının asıl yeri olduğu sanılmaktadır.Oysa öğrencilerimiz liseyi bitirene kadar yaklaşık on altı bin saat televizyon izlemiş olacaklarından,eğitim bakanlığı yetkililerinin kafalarında bile,öğrencilerimizin televizyonu nasıl izleyeceğini ne kadar eleştiri dozuyla onun karşısına geçileceğini kimden öğrenmeleri gerektiğiyle ilgili sorular belirecektir.”The Voyage of the Mimi” projesi bu soruları geçiştirir,daha doğrusu öğrencilerin “St. Elsewhere” ya da “Hıll Street Blues” gibi programları da izledikleri zamanki kafayla dramatizasyonların başına geçeceklerini umar.(“Bilgisayar dili” denilen şeyin bilgisayarın bilime yönelimleri ve toplumsal etkileriyle ilgili sorular ortaya atmayı gerektirmediği de varsayılabilir;ki ben de yeni teknolojiler konusunda ortaya atılacak en önemli soruların bunlar olduğunu savunmaya cüret edeceğim.)
Başka bir deyişle ,”The Voyage of the Mimi” programı,medyayı tam medya tüccarlarının istediği tarzda ,sanki medyanın kendisine özgü hiçbir epistomolojik ya da politik gündemi yokmuş gibi akılsızca ve göze görünmez biçimde kullanmak üzere yaklaşık 3.65 milyon dolar kadar para yemiştir.Ve sonunda öğrenciler ne öğrenmiş olacaklardır.? Elbette balinalar,belki denizcilik ve harita okumayla ilgili bir şeyler öğreneceklerdir.(ki bunların çoğunu başka yollarla da öğrenebilirler.)Esas olarak,öğrenimin bir eğlence biçimi olduğunu ya da daha net bir ifadeyle,öğrenmeye değer her şeyin bir eğlence biçimine bürünebileceğini ve bürünmesi gerektiğini öğrenmiş olacaklar;üsteli,eğer İngilizce öğretmenleri onlardan sözcükleri rock müzik aracılığıyla öğrenmesini isterse,tarih öğretmenleri onlara 1812 savaşı hakkındaki bilgileri şarkıyla anlatırsa ya da fizik öğretmenleri onların karşısına tatlı bisküviler ve tişörtlerle çıkarsa bunlara kesinlikle itiraz etmeyeceklerdir.Gerçekten böyle bir şeyi bekleyecekler ve sonuçta politikaları,dinleri,haberleri ticaretlerini aynı derecede sevinçle algılamaya iyi hazırlanmış olacaklardır.
Televizyon Öldüren Eğlence
Neil Postman
Gösteri Çağında Kamusal Söylem

12 Kasım 2010 Cuma

37 ekran TV için cinayet

Ümraniye’de Nesibe Demir (66) yaşadığı gecekonduda kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce karnından bıçaklanıp, boğazı kesilerek öldürüldü. Evde yapılan incelemede, 37 ekran televizyon ve uydu alıcısının çalındığı belirlendi.

Gecekondu'da kızı Fatma Demir ile birlikte yaşayan Nesibe Demir'in cesedini dün akşam üzeri eve gelen kızı buldu. Fatma Demir, çalıştığı konfeksiyon atölyesinden çıktıktan sonra evine geldiğinde kapının açık olduğunu fark etti. İçeri girdiğinde eşyaların dağınık olduğunu ve kan izlerinin olduğunu fark etti. Odanın ortasına yığılan eşyaları kaldıran Demir, annesinin cesedi ile karşılaştı. Dışarı çıkarak komşularından yardım isteyen Fatma Demir, aynı mahallede oturan ablası Güler Yalman’a haber verdi.

İhbar üzerine olay yerine gelen polis, cinayetin işlendiği gecekondu etrafından geniş güvenlik önlemi aldı. Olay Yeri İnceleme ekipleri, Nesibe Demir'in karnından bıçaklandıktan sonra boğazının kesilerek öldürüldüğünü belirledi. Evde yapılan incelemede ise 37 ekran televizyon ve uydu alıcısının çalındığı belirlendi. Nesibe Demir’in cesedi, yapılan incelemeden sonra savcılık talimatıyla Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi morguna kaldırıldı.

Cinayetin aydınlatılması için çalışmalar sürdürülüyor.

İSTANBUL 10 Aralık 2009

8 Kasım 2010 Pazartesi

söylence o ki; zamanın birinde .......


Çok tüketmekten ve paraya düşkünlüğünden ötürü bir haber spikeri tanrılar tarafından canavara dönüştürülmüş.Dolunay geceleri aniden belirir ekranda ,seyirciden kaparmış kumandayı,onu rahatça yiyebilmek için önce iyice uyuşturur,sonrada çiğ çiğ yermişşşşş......Düzelmesinin tek yolu,bencilliğinden vazgeçmesiymiş.Yıllar yılı ekranda yaşayıp gitmiş,insan eti yedikçe her geçen gün daha da çılgınlaşmış,düzelmek ne kelime....Aman dikkat siz siz olun bu canavara dikkat edin,heran belirip elinizden kumandayı kapabilir:)